13 Şubat 2017 Pazartesi

Suriyelileri Ülkemize Alalım Diyenlere Sesleniyorum

Suriyelileri ülkemize alalım diyen, almayanlara "Sizde vicdan yok!" diye çıkışan kişilere bakıyorum. %99'una "Madem sen çok vicdanlısın, nasıl olsa imkanın da var, bir Suriyeli'yi evine al bak." denildiğinde kabul etmez. Bunu geçtim, Suriyelileri alalım diyenlerin maaşından %20 kesinti yapacağız deseler ortalık yangın yerine döner. Türkiye gerçeklerini göz önünde bulundurmadan milyonlarca göçmeni ülkeye almak intihardır. Türkiye'ye gelen bu insanlar nasıl yaşayacaklar? İş var mı? Ülkede üniversite mezunu öğretmenler, mühendisler, teknisyenler işsiz gezerken ülkeye bir anda milyonlarca işçi girdi. Ne oldu sonuç olarak? 500-600 liraya çalışan kölelere döndüler.

Devletin bu insanlara maaş bağlaması gibi bir durum zaten mümkün olamaz. Kendi vatandaşları açken gidipte böyle bir şey yaparsa o devleti yönetenlerin aklından şüphe ederim. Kardeşi açlıktan ölürken mahalleye yemek dağıtmak olur bu. Hepsinin ötesinde, ülkede işe giremeyen Suriyeliler ne olacak? Eğer dışarıdan gelen bir topluluk, geldiği topluma entegre olamazsa nesiller boyunca bu durum sürer. Çingeneler bunun en büyük örneğidir. Buna rağmen yüz binlerce Suriyeli'yi daha almamız için Avrupa bize anlaşma çakozlamaya çalışıyor. İrademiz yok mu kardeşim bizim? Suriyeli alacak gücümüz yok desenize.

Bizi yönetenler aylık milyon liraları cep harçlığı olarak kullandıkları için halkın durumunu bilmiyorlar. Geçen yıllarda bir konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan "Artık refah ülkesi bir Türkiye var. Bakıyorsunuz evde beyefendi ve hanımında birer tane arabası var. Yetmiyor delikanlı büyüdüyse bir araba da ona." demişti. Sunucu şok oldu. Sonrasında da toparlayarak "Arabam var ama elbette o fiyatta değil." dedi. Yani yöneticiler halkın durumundan bu kadar uzaktalar. Halkın yöneticiler üzerinde caydırıcı gücü olmalıdır. Bizde takım tutar gibi parti tutuluyor. Ya güzel kardeşim, elinde tek bir silahın var. O da oy verme hakkın. Adam sana bir teklif sunuyor ve diyor ki 4 yılda bir değil 5 yılda bir oy ver. Sen buna evet diyeceğini söylüyorsun. Adam 30 yılda bir seçim yapılacak dese, krallığını ilan etse sen gidip yine evet veririm diyorsun. Madem beter olmaya bu kadar meraklısın ne diye bütün bir toplumu beraberinde sürüklüyorsun. Çık bir apartmanın çatısını, at kendini aşağıya. Sende rahatla, insan gibi yaşamak isteyenler de rahatlasın. Yazının sonuna birkaç video ekleyeceğim, bunlardan biri işini kaybeden Türk vatandaşı, ikincisi de yazıda bahsettiğim Erdoğan'ın yaşadığı alternatif gerçeklik (siz izlemeden önce not düşeyim, videoda Erdoğan'ın iki farklı konuşması mevcut ama ikisinde de halkın çoğunun aile başına 3 arabaya sahip olduğunu sanıyor).

NOT: Türkiye'de sigortalı çalışan 14 milyon kişinin 6,5 milyonu asgari ücretle çalışmaktadır. Bu kişiler 3 arabaya sahip olmak şöyle dursun, yarın yiyecekleri yemek için bile endişe duymaktadırlar.

İŞSİZ BİR VATANDAŞ:

ERDOĞAN'IN ALTERNATİF GERÇEKLİĞİ:

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Ölüm Nedir?

Hepimiz rüyadan uyandığımız ilk birkaç saniye o belirsizliği yaşarız. "Hala rüyada mıyım acaba?" diyen bir ses duyulur zihnin derinliklerinden. Ama çok geçmeden bu belirsizlik kaybolur. Kendimizden emin bir şekilde "Uyandım." deriz. Peki gerçekten uyanıp uyanmadığımızı nasıl bilebiliriz? Tüm bunların bir hayal olup olmadığını kim bilebilir? Hiçbirimiz kendi zihnimiz dışında algılara sahip değiliz. Yani etrafımızda olup biten her şey aslında bizim algılayabildiklerimizden ibaret.

Tarih kitaplarının korkutucu olduğunu hiç düşündünüz mü? Savaş ve katliam içerikli olanlarını demiyorum, sıradan ve sevecen tarih kitaplarından bahsediyorum. Hani şu bilim adamlarının hayatlarından, bir zamanlar yaşamış büyük kahramanlardan bahseden kitaplar. Son zamanlarda ben bu tarz kitaplara bakınca farklı bir şey görmeye başladım. Gördüğüm şey bugünlerde pek sevilen bir kavram değil. Ne mi görüyorum? Ölüm denilen gerçeği.

"Günümüzde herkes sonsuza kadar yaşamak istiyor. Sadece sonsuza kadar yaşamak olsa neyse, bir de zengin olmak istiyorlar. Peki sonuçta ne oluyor?"

Steve Jobs'u ele alalım. Dünyanın en büyük şirketlerinden birini kurdu. Milyonlarca insanın kullandığı ürünlerin sahibiydi. Şimdi nerede? Tarih kitaplarında yerini aldı. Birkaç yüzyıl sonra büyük ihtimalle kitaplardan da silinecek. Belki bin yıl sonra Steve Jobs diye birisinin var olup olmadığı bile bilinmeyecek.

Bir diğer örnek de binlerce yıl önce yaşadığı tahmin edilen meşhur dağ adamı. Kim bilir başından neler geçti? Nasıl bir hayatı oldu? Yapılan incelemelere göre aldığı yaradan dolayı kan kaybetmeye başlamış, aynı yara sebebiyle de ölmüş. O kişinin yerinde olduğunuzu düşünün. Gözlerinizi bir an için kapayın ve hayal edin. Ormandan yaralı bir şekilde çıktınız. Mağaraya ulaşırsanız kurtulma ihtimaliniz var ama yol çok uzak. Kan kaybını engellemek için içgüdüsel bir şekilde yaranızı tutuyorsunuz ama nafile. Derken yere yığılıyorsunuz. Son çabalarınızla sürünerek ilerlemeye çalışıyorsunuz ama yaptığınız şeyin hiçbir faydası yok. Göz yaşları, öfke, sitem... Aklınıza aileniz geliyor. Yaşanan kötü olaylar mı daha fazla yoksa iyi anılar mı? Birkaç saniye içinde hepsini düşünüyorsunuz. Çaresizlik, acı, hüzün... Sonunda her şey bitiyor, dünya kararıyor ve ölüyorsunuz.

Peki tüm bu insanlara ne oldu? Bugüne kadar ölmüş olan milyarlarca insanın hikayeleri sonsuza dek bitti mi? Her taraf hayatın anlamını bildiğini söyleyen insanlarla dolu. Peki gerçekten bilen var mı? Keşke her şeyin bir anlamı olduğunu söyleyebilsem. Tüm bu olup bitenin sebebini bilebilsem. Şu an için bildiğim tek şey, bir gün öleceğim. Hepimiz öleceğiz. En azından kısa süreli hayatınızda iyi birisi olmayı seçin. Yardımsever, dürüst, hakkaniyetli, sabırlı ve kibar olun. 

9 Temmuz 2016 Cumartesi

İyiliğe Çağrı

Bu yazımda, insanlığın başlangıcından beri unutulan bir konuya; birlik olmaya değineceğim. Sahte veya geçici bir birlikten söz etmiyorum. Ya da çıkarlar üzerine kurulu bir beraberlikten. Bahsettiğim şey hayaller ve umutlar için birlik olmak. Bazılarının şöyle dediğini duyuyorum; "İnsanlığın unuttuğu bir konuyu gündeme getirmek sana mı kalmış!" Olsun, ben yine de şansımı deneyeceğim.

Bazı insanlar kendini kurtardığında, karnını doyurup refah dolu bir yaşam sürdüğünde mutlu olur. Mutlu olmasına olur ama dünyayı da unutuverir. Sanki dünyada hiç acı yokmuşçasına mutludur. Zor durumda olanları, acı çekenleri, hayatın tekmelediği kişileri umursamaz. Ama vicdan tatmini yapmayı da ihmal etmez, sosyal medya hesaplarından kendini merhametli gösteren yazılar yazar. Hatta fakir/engelli birisinin videosunu da paylaşacak kadar iyi birisidir o!

Bazıları da mutlu olmayı daha güzel bir dünya kurulana kadar erteler. Etrafına baktığında zor durumda olanları fark eder, yardım etmek için çaba gösterir. Çünkü bilir ki insan insana muhtaçtır ve etrafındaki kişiler onun potansiyel düşmanları veya rakipleri değil kardeşleridir. Dünya üzerinde kibirli bir şekilde dolaşmaz, mevkisi ne olursa olsun temelde insan olduğunu bilir. Topraktan gelmiştir ve toprağa dönecektir. Zaten yeterince acı dolu, zorluk dolu bu dünyaya bir kötülük daha eklemek istemez.

Sormak istiyorum değerli dostlarım, siz hangi kişisiniz? Acımasız olan mı, merhametli olan mı? Patronunun emir kipiyle konuşmasından dolayı sinir krizlerine giren kişilerin, kendi altlarında çalışan insanlara köle muamelesi yaptıklarına şahit oluyorum. Sadece bu tablo bile insanı düşündürmeye yetiyor. Kendi kendime düşünüyorum, ihtiyacımız olan şey ne? Teknolojimiz gelişiyor, üretimimiz gelişiyor, bilgi seviyemiz artıyor ama dünya daha iyi bir yer oluyor mu? Kendimize bunu sormalıyız bence. Amacımız ne?

Ben bugüne kadar hep sustum. Kötülük gördüğümde başımı çevirdim, yanlış gördüğümde önemsemedim. Daha ne kadar böyle yaşayacaksın diyor içimden bir ses. Çık dışarıya ve iyiliğe inanan insanları bul! Hiç değilse bunun için çaba göster! Herhalde bir gün bunu yapacağım. O güne kadar internet üzerinden insanlara sesleneceğim. Bir umut söylediklerim duyulur diye... İlla ki benim gibi düşünen birileri çıkacaktır. Bir kez birlik olduktan sonra geri kalan şeyler kolay halledilir. Ulaşılamaz görünen hayaller, boş gözüken umutlar gerçek olur. Ben buna inanıyorum. Peki ya siz?


29 Haziran 2016 Çarşamba

Suç ve Ceza: Türkiye'nin Geleceği

     Suç ve Ceza, bugüne kadar yazılmış en iyi romanlardan birisidir benim için. Onu bu denli değerli yapan süslü cümleleri yahut başarılı betimlemeleri değildir. (Elbette bunları sevenler de var.) Bu romanı başarılı yapan, gerçekliğin ruhundan kopup önümüze gelmiş olmasıdır. Gündelik yaşamın zorluklarını öyle bir vurur ki okuyucunun yüzüne, doğru ile yanlışı şaşırır hale getirir bizleri. Dilerseniz sizlere kitabın konusunu anlatayım. Çünkü günümüzle olan bağlantısını kurmak için hikayeyi bilmek gerekiyor.

     Baş kahramanımızın adı Raskolnikov'dur. Kendisi hukuk fakültesinde okuyan bir öğrenciyken çeşitli maddi problemler sebebiyle okulunu bırakmak zorunda kalır. İlk başlarda özel ders vererek geçimini bir nebze sağlasa da işleri yolunda gitmez ve parasız bir şekilde ortada kalır. Üniversiteye giden her öğrenci gibi hayallere sahip olmuştur, uyurken bunları düşlemiş, karnı aç bir şekilde okulunda okurken kendisini bekleyen güzel geleceğin verdiği huzur ile ayakta kalmıştır. Fakat hayatın kendisine çıkardığı zorluklar sebebiyle tüm bu hayalleri, çabaları, umutları suya düşmüş; tabiri yerindeyse yok olmuştur.

     (Bu noktada şöyle düşünebilirsiniz: Girsin bir işe çalışsın! Herkes nasıl hayatta kalıyorsa o da öyle yapsın! Bunu söyleyenlerin tamamen haksız olduklarını söyleyemem. Fakat bir insan çocukluğundan itibaren bir hedef uğrunda çabalarsa, hayatının 16-17 yılını bu çaba uğrunda öğrencilik yaparak geçirirse ve tüm bu çabanın sonunda bu kişiye gidip işçi ol derseniz, kendisine küfür etseniz daha iyidir. Yazının ilerleyen kısımlarında bu söylediklerim günümüz Türkiye'sine bağlanacaktır.)

     Nihayetinde Raskolnikov, içinde bulunduğu zorlu durumdan kurtulma arayışlarına girer. Kız kardeşinin, mecburiyetten ötürü zengin fakat sapkın bir adamla evleneceğini duyduktan sonra sağlıklı düşünemez hale gelir. Düşünceleri kararır, arzuları kötüleşir. "Daima iyiler kazanır" yalanını söyleyeni bulup öldürmek ister. Çünkü sokağa her çıkışında gördüğü şey aynıdır: "Ailesinden zengin olan kişi ne kadar kötü yahut cahil olursa olsun daima öndedir." Raskolnikov, değerli eşyalarını az bir miktar para karşılığı rehin bıraktığı yaşlı tefeci bir kadın olan Alyona'yı hedef olarak seçer kendine. Alyona, hırsızlık ve katillik haricinde her türlü kötü sıfata haiz birisidir.

     Raskolnikov "Kötü karakterli zenginler her türlü şeye sahipken ve toplumu yönetirken, iyilerin sefalet içinde olmasına katlanamıyorum." der durur kendi kendine. Alyona'nın Lizavetta isminde bir kız kardeşi vardır. Ablasının aksine çok iyi kalpli birisidir. Aynı zamanda Raskolnikov'un zihninde kurduğu planlardaki bir aktördür. Alyona'yı öldürdüğü vakit hem dünyaya hem de yaşlı cadının durmaksızın eziyet ettiği zavallı Lizovetta'ya bir iyilik edeceğini düşünür. Uzun bir planlama sürecinden sonra Alyona'yı öldürür. Tabi işler umduğu gibi gitmez ve cinayeti işlediği sırada Lizovetta tarafından yakalanır. Kendini kaybetmiş bir şekilde Lizovetta'yı da öldürür. Fakat iyi bir şansın yardımıyla iki cinayetten de paçayı kurtarmayı başarır.

     Paçasını kurtarmasına kurtarır ama artık plan yaparken olacağını düşündüğü acımasız kahraman değil, zavallı Lizovetta'nın katilidir. Hem de tüm bunları birkaç antika ve biraz para uğruna yapmıştır. Vicdanı ile mücadele edemez ve sonunda polise teslim olur. Cezasını çekmek için Sibirya'ya gider...

     Gelelim şimdi Türkiye'nin geleceğine. Şu anda ülkemizde milyonlarca Raskolnikov bulunmakta. Bunlardan birisi de benim. Zihnimden hiç kötü düşünce geçmiyor dersem yalan söylemiş olurum. Şanslıyım ki ben bu düşünceleri bastırabilecek bir iradeye sahibim. Peki ya benim dışımdaki yüz binlerce hatta milyonlarca Raskolnikov için aynısını söyleyebilir miyiz?

     Rambo 4 filminde bir söz vardı: "Yapmak zorunda kaldığında; öldürmek, nefes almak kadar kolaydır." Maalesef gerçek bu şekilde. Ülkemizde asgari ücret yakın zamanda 1300 tl yapıldı ve büyük olay oldu. Siyasetçiler bununla bolca övündüler. Şimdi çıkıp çarşıya gitsem, karşılaşacağım 1000 kişiden 900 tanesi asgari ücretin altında çalışıyordur. Aynı şekilde 1000 kişiden 700'ü sigortasız bir şekilde çalışıyordur. Bu insanların büyük çoğunluğu sanılanın aksine ilkokul mezunu değil üniversite mezunu (kesinlikle eğitim seviyesine göre insanları değerlendirmiyorum, bazı kişilerin sıkça söylediği "onlarda okusalarmış" lafına karşı çıkmak için belirtiyorum).

     Devletin temel görevlerinden birisi, adaleti toplum içinde tahsis etmektir. Fakat devlet kendi koyduğu kuralları dahi denetlemeyerek, dolaylı yoldan adaletsizliğin başını çekerse biz ne yaparız? Bu sözlerimden yanlış anlamlar çıkaracaklar elbet olacaktır. O yüzden uyarımı yapayım: Kesinlikle devlet karşıtı birisi değilim ve hiçbir siyasi parti ya da sisteme sempati duymuyorum. Sadece gerçekleri yazıyorum, belki birisi okur ve günümüze kadar süre gelen bu adaletsizlikler son bulur diye.

     Vatandaşlarımıza en az 3 çocuk yapmaları öğütleniyor. Peki bunun getireceği korkunç sonucun ne olduğundan bahsediliyor mu? Televizyonda sabah akşam köşe kapmaca oynayan, çeşitli kanallarda sürekli olarak canlı programlara çıkan yazar (paralı kalemşör) müsveddeleri acaba bu söylemi enine boyuna değerlendirmişler midir? Yapılacak 3 çocuğun en iyi ihtimalle 2 tanesinin "Raskolnikov" olacağı düşünülmüş müdür? Şayet düşünüldüyse, halka söylenmiş midir? Hayır, söylenmedi! Gelecek çok karanlık dostlarım. Sizleri üzmek veya karamsarlık saçmak istemem ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bunu bilmeye hakkı olduğunu düşünüyorum.

     İşçi olarak Avrupa'ya giden Türkleri duymuşsunuzdur mutlaka. Hatta her birimizin bir akrabası bu yolla yurt dışına gitmiştir. Benim dayım gitti mesela. Almanya'ya gittiğinde 20 küsür yaşlarındaydı ve o günden bugüne havaalanında görevli olarak çalışıyor. Aradan 30 yıl geçti ve bir kez olsun maaşının asgari ücretin altına düştüğü yahut sigortasının ödenmediği olmadı. Orada sıradan bir görevli olarak çalışarak biriktirdiği paralar ile Çanakkale'de yani memleketinde kendine 2 ev 1 dükkan aldı. Şimdi maddi durumu çok iyi ve sağlığı da yerinde. Akrabalık bağımız hiç yok desem yeridir fakat çalışkan insanların hak ettiklerini almaları beni mutlu eder. Benim nefret ettiğim kişiler olsalar bile.

     Şimdi de Çin'i düşünelim. Ben bugüne kadar Çin'e işçi olarak giden birisini duymadım. Yahut Çin'de çalışma hayali kuranı. Neden duymadım peki? Çünkü Çin aşırı miktarda nüfusa sahip. Ne kadar gelişirse gelişsin, ne kadar güçlenirse güçlensin sahip olduğu nüfus dolayısıyla vatandaşlarının büyük çoğunluğu asla rahata eremeyecek. Belki ortaokul veya lisede anlatılan biyoloji derslerinden bir örnekle durumu daha iyi anlayabiliriz. Hani bakteriler bir noktadan sonra üremeye devam ettiklerinde kendi kendilerini öldürürlerdi. Çünkü bakteri nüfusunun aşırı çoğalması, besin ihtiyacını karşılanamaz hale getirir ve aşırı nüfusun sebep olduğu kirlilik bakterilere doğrudan zarar verir. Anlayacağınız 3 çocuk yaptırmak, hele hele son birkaç yıldır emek arzının emek talebinden fazla olduğu bir ülkede bunu yapmak, belki ülkeyi güçlü kılabilir. Tıpkı Çin gibi. Fakat vatandaşları kötü ve zorlu bir hayata mahkum eder. Bu da yaşamadan ölmek demektir. Böyle bir hayatı yaşamak yerine intihar etmek çok daha akıl karıdır. Zaten son zamanlarda Çinli işçiler de bu yola bolca başvurmaktalar.

     Gelelim yazımızın final paragrafına. İlk başta size Suç ve Ceza kitabından bahsettim. Çünkü insanların mecbur kaldıklarında neler yapabileceklerini görmenizi istedim. Ardından "Raskolnikov" üreten etkenlerin, güzelim ülkemiz Türkiye'de hızla oluştuğundan bahsettim. Devamında da Avrupa örneğini verdim. Çünkü Avrupa'nın gelişmiş ülkeleri, emek talebinin emek arzından fazla olduğu yerler. Bu sebeple de çalışan karşılığını alabiliyor. Son olarak da Çin'den bahsettim. Bu da emek arzının, emek talebini kat be kat aştığı bir ülkenin ne hale geleceğinin en güzel örneğiydi. Dolayısıyla sevgili dostlarım, aklınızı kullanın ve geleceğiniz için doğru adımlar atın. 3 çocuk değil 1 çocuk yapın ve hem ülkenizin geleceğine hem de kendi geleceğinize katkıda bulunun. Hepsinden önemlisi de eğer işverenseniz lütfen vicdanlı olun ve çalışanlarınızın hakkını verin. Hadi sağlıcakla...

27 Haziran 2016 Pazartesi

Eğlence Programları, Toplumsal Değerler ve Yozlaşma

     Son zamanlarda televizyon kanallarının eğlence programları ile dolduğunu fark etmişsinizdir. Birkaç yıl önce bu kadar popüler değillerdi. Elbette bu durum sadece Türkiye'ye özgü değil fakat ben Türkiye üzerinden konuşacağım. Eğlenceye ihtiyaç duymak ve eğlenceye maruz kalmak iki farklı şeydir. Birincisi insanın yararına, ikincisi ise zararına hizmet eder. Benim değinmek istediğim ikinci olan yani eğlenceye maruz bırakılmak.

     Eğlence meselesine girmeden önce "gladyatör" kavramına değinmek istiyorum. Gladyatör olarak adlandırılan insanlar genellikle kölelerden ve savaş esirlerinden seçilirlerdi. Eski Roma'nın eğlencesi için hayatları pahasına birbirleriyle dövüştürülen yahut vahşi hayvanlarla savaştırılan bu kişileri izleyenler arasında üst düzey yöneticiler ve soylular olduğu gibi sıradan halkta vardı. Eğlenmek üzerine yapılan bu vahşi gösteriler zamanla ehlileşmek zorunda kaldılar ve günümüze kadar şekil değiştirerek eğlence programları halini aldılar.

     Belki başta belirtmem gerekirdi ama bu noktada belirtmenin daha uygun olacağını düşündüm. Eğlence programları derken "x adasında sersefil mücadele eden takımlar", "y ödülü için rezil rüsva olan evli çiftler" vb. temalı programları kastediyorum. Bu programları bazılarımız izliyor, bazılarımız kanal değiştirirken rastlıyor, bazılarımızsa adlarını duymaya tahammül edemiyor. Fakat bizi ilgilendiren çoğunluğun ne yaptığı. Sizin de tahmin edebileceğiniz üzere çoğunluk bu programlara yoğun ilgi gösteriyor. Zaten böyle bir ilgi olmasaydı bu tarz programları televizyon kanallarında sabah akşam göremezdik.

     İkinci paragrafta değindiğim gladyatör meselesine tekrar geri dönelim. "Nasıl bir halk böyle bir vahşete rağbet eder?" diye hiç düşündünüz mü? Ben birçok kez düşündüm. Sonuç olarak, insanların her türlü şeyi yapabilecek kapasitede olduklarını ve bundan rahatsızlık bile duymayacaklarını anladım. Kişisel yaşamımda da benzeri örneklerle karşılaştıkça "keşke böyle bir dünyada yaşamasaydım" dediğim çok zaman oldu. Edindiğim en önemli tecrübe ise toplumsal ve ahlaki değerlerin olmadığı bir dünyanın yaşanılmaz bir yer olacağını anlamaktı.

     Toplumsal değerlerin hepsi iyi değildir. Bunun altını çizmek gerek. Fakat çoğu toplumsal değerin çıkış noktasında basit bir mantık yatar. Örneğin "komşuna iyi davran", "hırsızlık yapma", "insan öldürme", "ticarette hile yapma" vb. toplumsal normlar doğrudan bize fayda sağlar. Tabi bir de ahlak normları vardır, "dürüstlük, yardımseverlik, alçak gönüllülük, adil olmak" vb. gibi. Bunlar da en az toplumsal normlar kadar faydalıdırlar. Fakat çoğumuz ahlak kurallarını bir tür fedakarlık gibi görürüz. Bu sebeple de onları yeterince önemsemez ve yozlaşmalarına sebep oluruz.

     Toplum içinde insanı hırsızlık yapmaktan yahut birini öldürmekten alıkoyan şey toplum kuralları iken karakterini şekillendiren ve ömür boyu gideceği yolu çizen ahlak kurallarıdır. Bu kurallar kitap üzerinde çok sağlam ve esnetilemez görülebilirler. Fakat en az "daima iyiler kazanır" düşüncesi kadar zayıftırlar. Ne kadar zayıf olduklarını görebilmek için tarihe göz atmak yeterlidir. Dünya, defalarca kez kendini "iyi" olarak tanımlayan kişilerin felaketlerine tanıklık etmiştir. Günümüzde de bu tarz bir felakete adım adım ilerliyoruz.

     Eğlence programı olarak gördüğümüz şeylerin geçmişini bildiğimize göre geleceği hakkında da yorum yapabiliriz. Bir zamanların kanlı dövüşleri günümüzün absürt yarışmalarına dönüşebildiğine göre ileride tekrar insanlık düşmanı bir hal almalarının olasılığını göz ardı etmemek gerekir. Bazı bilim kurgu romanları ve filmleri de bu konuya değinir. Uzun bir süre sonra tekrardan "gladyatörlük" benzeri bir yapıyı görmek istemiyorsak, bazı önlemler almalıyız. En azından çocuklarımız için bunu yapmalıyız. Alacağımız önlem ise oldukça basit: taviz vermemek! Bazı konularda taviz vermek gerekir, bazılarındaysa kararlı durmak. Bu taviz vermememiz gereken konulardan birisi.

     Özetlemek gerekirse, insan onurunu hiçe sayan ve tek amacı insanların boş beyinli canlılar olmasını sağlamak olan televizyondaki "eğlence" programlarına karşı mücadele edin. İzleyecek hiçbir şey olmasa bile yine de bu tarz programları izlemeyin. Çünkü ufak tavizler vere vere felaketlere sürükleniriz. Eski Roma'daki halk gibi olmak ya da olmamak tamamen bizim elimizde.